Henüz 30 yaşında şef olarak dünyanın genç kadın şefi olarak gösterilen Nil Venditti, İtalyan bir baba ve Türk bir annenin kızı.
Küçük yaşlarda çello ile başlayan klasik müzik tutkusu onu tüm orkestranın önünde batonunu sallayan bir şef olmaya giden serüvene yöneltmiş. Dünyanın en ünlü klasik müzik sahnelerinde yer alan Venditti şimdi CRR Senfoni Orkestrası daimi şefi.
Dün dört küçük solist ile birlikte verdiği konserle 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk bayramı için sahnede yer alan Venditti ile ilgi çekici yaşamöyküsünü konuştuk.
- İtalya'da Perugia'da doğdunuz ve zannediyorum ki çocukluğunuz müzikle iç içe bir ortamda geçti. Ancak böyle bir ortamda yer almak her zaman bir çocuk için geleceğe dönük bir esin kaynağı olmayabiliyor. Siz müzikle ve klasik müzikle ilişkinizi nasıl şekillendirdiniz?
Annem beni hep konserlere götürürdü. Perugia’da tiyatroya, operaya veya her pazar günü düzenlenen başka bir etkinliğe... Kentte sık sık oda müziği konserleri ve festivaller olurdu. Biz de neredeyse her hafta oradaydık. 5 ya da 6 yaşındaydım. Bir kuartetin konserindeydik. İçlerinden biri (çellist) öyle bir solo çaldı ki enstrümandan öyle büyüleyici bir ses çıktı ki donup kaldım. Anneme, “Ben bunu çalmak istiyorum” dedim. Araştırmaya başladık, bir çello öğretmeni bulduk. İlk dersimde hocam, “Bu enstrümanı kendi çocuğun gibi kucaklayacaksın” dedi. O gün, çelloya âşık oldum. Müziğe duyduğum aşk ise biraz daha sonra geldi. Çünkü müziği gerçekten sevebilmek için önce onu anlamak gerekiyor. Ben de zamanla, müziğe tüm kalbimle bağlandım, âşık oldum.
- Farklı ülke ve kurumlarda eğitim aldınız. Şefliğe yönelmeniz bu kurumlarda mı oldu yoksa henüz çok küçükken orkestranın önünde batonunu sallayan o karizmatik kişiye duyduğunuz hayranlık sayesinde mi?
Yok, ben küçükken hiç orkestra şefi olmak istemiyordum. Ben çellocuydum ve sanki öyle doğdum. Hayatımı öyle geçirecektim. Çelloyla bütün dünyada konser vermek istiyordum. Şeflik şaka gibi girdi hayatıma. Çellocular biraz oyuncu olur. Arkadaşlarım bana şaka yapmak istedi, orkestra şefine “Bugün Nil yönetsin” dediler. Şef beni çağırdı, şefliğe dair hiçbir şey bilmeden yönettim. Gerçekten çok kötüydü! Ama şef bana “Bak Nil, sende ışık var, istersen benim hocamla orkestra şefliği çalış” dedi. Bir yıl sonra Premio Claudio Abbado’yu kazandım. Artık herkes beni turlara, orkestralara, konserlere orkestra şefi olarak istiyordu. O zaman karar verdim. Artık çelloyu geride bırakacağım ve orkestra şefliğini deneyeceğim. Şeflik okudum, Londra’da beni temsil edecek bir şirket buldum ve böylece şeflik kariyerim başladı.
‘HAYATIMI BUNA VERDİM’
- Dünyanın en genç kadın şefi olarak gösteriliyorsunuz. Basamakları bu kadar hızlı tırmanırken başarı reçeteniz neydi?
Benim için şimdilik en güzel başarı bu. Her orkestra -ister daha önce konser verdiğim olsun ister ilk defa tanıdığım- konserden sonra hep diyorlar ki “Lütfen bir daha gel, bir hafta sonra yine gel.” Bu benim için en büyük mutluluk. Çünkü hayatımı buna verdim. Buraya gelmek için çok çok çalıştım. Bu müzisyenler herkesle çalışıyor ama benim konserimden sonra “Haydi bir daha yapalım, lütfen hemen geri dön” diyorlarsa bu çok güzel bir şey. Bundan çok gurur duyuyorum ve mutluyum.
- Klasik müzikte patriyarkal bir düzen ve kadınların aşması gereken görünmez engeller var mı? Siz bu engellere ne kadar maruz kaldınız?
Evet, tabii ki bu sorunun bir doğruluk payı var ama böyle düşünmek yani “Kadınlar yapamaz” gibi... Öyle bir şey değil. Zorluklar var ama bu, kadınlar şef olamaz demek değil. Eğer sen sevdiğin şeye odaklanırsan -benim için bu müzik- ve hep müzik hakkında düşünürsen, konuşursan, çalışırsan… O zaman zorluklar çok azalıyor. Çünkü herkes görüyor ki senin amacın müzik. Ve müzik, cinsiyetsizdir.
FAZIL SAY ÖNERDİ
- Müzikal anlamda Türkiye ile bağlantınız nasıl gelişti? Sizi kültürel olarak zorlayan şeyler nelerdi? CRR Senfoni Orkestrası'nın daimi şefi olmanıza uzanan süreç nasıl ilerledi?
İlk davetim Bilkent’te Ankara’daydı, Fazıl Say sayesinde. O, benim adımı vermiş. Bilkent Senfoni Orkestrası ile bir konser yaptık. İkinci davet İzmir’den geldi, İbrahim Yazıcı’dan. Aslında ikinci davetti ama ilk konserim Bilkent’ten önce İzmir’de oldu. O yüzden İzmir’le büyük bir bağım var, büyük bir sevgi. İzmir seyircisiyle de aramızda özel bir bağ var. Orada konser vermek her zaman çok mutlu ediyor beni. Sonra İzmir Belediyesi de beni çağırdı, sürekli konserler yaptık. Bilkent’le daha çok konser yaptık. Marina ile Bodrum Festivali’ne gittik. Başka kentler de beni çağırmaya başladı. Örneğin Bursa, Eskişehir... Sonra artık İstanbul’da da devlet beni çağırdı. Bir konser yaptık, Covid dönemindeydi. Sadece yaylılarla, AKM’de. Bütün bu konserler bir kariyere dönüştü ve seyirciler beni tanımaya başladı. En sonunda İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden teklif geldi. İBB Kültür Daire Başkanlığı’ndan iletişim kurdular. Dediler ki yeni sezonda CRR’nin daimi şefi olarak gelmek ister misin? Ben de çok gurur duydum ve başladık CRR’yle.
- Bir şefin günlük çalışma rutini nasıldır? Örneğin baton pratiği bunun bir parçası mıdır? Ayrıca şefler genel olarak bir enstrüman da çalar mı?
Evet yani her şef ya bir enstrüman çalar ya şarkıcıdır, ya da bestecilikten gelir. Yani sadece "şef" olarak başlamazsın. Bir yerden gelmen lazım. Bir şefin rutini nasıl dersen sabah kalkarsın, genelde orkestra ile prova olur. Sabahları provalar vardır veya evde partitür çalışırsın. Öğleden sonra yine prova olabilir. Saat iki, üç, dört veya beşe kadar sürebilir. Eğer prova yoksa yine evde çalışırsın. Akşamları, opera yapıyorsan temsil olabilir ya da tekrar prova. Eğer hiçbir şey yoksa dinlenirsin. Batonla çalışma diye bir şey aslında yok. Çünkü şefin enstrümanı orkestra. Batonla tek başına çalışamazsın. Sadece orkestra önünde batonla çalışabilirsin. Bu yüzden şef olmak biraz zor. Bir çellist gibi, “Şimdi bu pasajı çalışacağım” diyemezsin. Çünkü orkestra seninle beraber değilse o çalışmayı yapamazsın. Evde müziği anlamaya çalışırsın. Besteci ne istemiş, müzik nereden geliyor, hangi duyguyu taşıyor, neyi anlatmak istiyor… Tüm bunları önce senin anlaman lazım.
‘MÜZİK NEFES ALIYOR’
- Ortamı ve tarihsel geleneği ile sizi en çok heyecanlandıran ve ağırlığını hissettiren konser salonu hangisi?
Birkaç tane var tabii ama bazıları gerçekten çok çok özeldi. Hamburg’daki Elbphilharmonie... Salon tamamen doluydu, konser biletleri tükendi. Ve ortam müthişti! Böyle bir şey çok az olur. Orada müzik yapmak, sahnede olmak unutulmaz bir duyguydu. Bir de Londra’da, Royal Albert Hall’da The Proms (Sekiz haftalık klasik müzik yaz konserleri) konserlerinde yer aldım. O salon... Yani öyle bir salon yok. Gerçekten yok! Sahneye çıktığın anda hissediyorsun. Tarih var, ağırlık var, müzik nefes alıyor sanki. Ve biz sahnede çok eğlendik. O anlar kalpte kalıyor.
‘HER STİLİ BİLMEK ZORUNDASIN’
- Ülkelerin klasik müziğe yaklaşımındaki farklıklar tarihsel bir tartışma konusudur. Eğitim sürecinizi de göz önünde bulundurduğunuzda siz kendinizi hangi ekole yakın görüyorsunuz?
Öyle bir şey yoktur. Yani “Ben kendimi şu ekole daha yakın hissediyorum” gibi bir şey müzikte olmaz. Çünkü bir şefin görevi her müzik stilini doğru şekilde yapmaktır. Bu da demek ki her stili bilmek lazım. Bilmiyorsan, o ülkeye gidip o stili öğrenmen lazım. Diyelim ki Beethoven icra edeceksem, Alman stilinde yapmak zorundayım. Debussy için Fransız stili, De Falla yaparsam İspanyol. İtalyan bir besteci yaparsam o zaman İtalyan Bel Canto’ya gidiyoruz. Yani bir şef olarak her stili bilmek lazım. Yoksa o parçayı yönetemezsin. İşin özü bu.
MÜZİĞİ ANLAMAK İÇİN OKUYOR
- Son dönemde okuduğunuz kitaplar hangileri?
Son olarak okuduğum kitap Stravinsky’nin kendi yazdığı bir kitap. Yeni bitirdim. Kendi hayatını anlatıyor. BBC Filarmoni ile Stravinsky’nin “Pulcinella” eserini çaldım ve bu kitapta da tam bu parça hakkında düşüncelerini anlatıyor. Onun için okudum. Çok enteresan bir şey Stravinsky’yi kendi kelimelerinden tanımak. Ve şimdi başka bir kitap okuyorum. Bütün Stabat Mater eserlerinin hikâyesi hakkında. Çünkü Mayıs’ta bir “Stabat Mater” yöneteceğim. Ve bu konuyu daha iyi anlamak yani arkasındaki düşünceyi, duyguyu bilmek için okuyorum.